ANNE OLABİLMEK
Arka bahçeye bakan pencereden ikindi güneşinin son ışıkları süzülüyordu odaya. Bu oda sanki evin son odası gibiydi; en arkada, günün son ışıklarını alan tek oda… Zeminde kullanılan zamanın en kaliteli parkesi geçen yıllarla eskimiş, parlaklığını kaybetmişti. Parkelerin üzeri yer yer tahta kurularının bıraktığı deliklerle doluydu. Odanın köşesinde kapakları eski, büyük bir gömme dolap vardı. İç zeminin fayans olmasından ötürü, dolap olmadan önce ebeveyn banyosu olarak kullanıldığını düşünürdü evin hanımı.
Oda sadece duvarlardan ibaret olsaydı boyandığı için yaşını gizleyebilirdi belki ancak pencereleri, parkeleri ve dolabıyla yaşlı olduğunun işaretlerini veriyordu. İnsan gibi… İnsan da bazı şeyleri gizleyebilirdi ama yaşam tarzının izleri yüzüne, bakışlarına, mimiklerine sinerdi… Kendi başına kaldığında verdiği tepkilerle topluluğun içindeyken verdikleri arasındaki fark bu izlerden belli olurdu, okumasını bilenlere… Bir yere kadar gizleyebilirdi insan asıl tepkilerini… insanlardan gizlese bile O’na devamlı şahit olandan gizleyemezdi…
Yine günün son vaktiydi. Kadın parke zemine yanı üzere oturmuş, boynu bükük eli beşikte ağlıyordu. Gizli gizli ağlıyordu… Ne kadar gizleyebilirse… Bir yandan bebeğini uyutmaya çalışıyor, bir yandan da biraz daha büyükçe olan kızını oyalamaya çalışıyordu. Aynı anda tüm duyguları, tüm telaşları yaşıyor gibiydi. Yeni doğum yapmıştı daha doğrusu Allah onu birkaç ay önce zamanı geldiğinde üzerindeki yükten kurtarıp feraha çıkarmıştı.
Hazreti Meryem anneyi “ah keşke, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim” dedirten doğum sancılarından kurtuluşa ve feraha çıkarttığı gibi...
Ne zaman o doğum anı aklına düşse kalbi şükürle doluyordu kadının…
Feraha kavuşmanın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissettiği andı o an…
O sıkıntı olmasaydı, feraha çıkmayı hissedebilir miydi insan?
Sıkıntı ve ferahlık…
Biri olmadan diğerinin anlamı yoktu…
-Ah, dedi kadın.
-Gönlümü genişleten Rabbime şükürler olsun…
Anne olmayı düşündü, gözlerinden yaşlar akarken…
Anne olmak ne demekti?
Sadece bir bebeği karnında taşımaktan ve doğurmaktan ibaret değildi… Evet, doğum kadın için çetin bir sınavdı. Erkekler için canını ortaya koyarak düşmanla savaşmak neyse kadın için de canını ortaya koyduğu bir cesaret sınavıydı doğum. Gökten yere inişin kapısıydı anne… İnsanların dünya sahnesine gelebilmesi için seçilen vesileydi… Boşuna şehitlik imkânı verilmemişti doğum yapan kadına; eğer canını teslim ederse doğum sırasında…
Önemli bir mertebeydi doğum anı ve doğumla gelen sancıları karşılayabilmek…
Ama burada bitmiyordu öykü… Doğumdan sonrası da vardı. Haneye yeni bir insan, yeni bir dinamik giriyordu. Bakıma en çok ihtiyacı olan ve buna karşılık ihtiyaçlarını dahi söyleyemeyen biri…
Evin yeni bebeği geldikten sonra bütün dengeler bozulmuştu…
Oysa kadın dengeleri koruyabilmek için öncesinden hazırlanmıştı… Sadece bebek kıyafetleri almamıştı, hatta bu en az ilgilendiği şey olmuştu… Henüz üç yaşında olan kızını, kardeşini kabul edebilmesi için hazırlamaya çalışmıştı.
Ve kendisini de…
Bebeğin ona daha çok ihtiyacı olacağını bildiği için kızını bazı konularda güçlendirmiş ve yeterli hale gelmesini desteklemişti. Kendi başına uyuyabilmesi, tuvaletini yapabilmesi ve kendini temizleyebilmesi, yemeğini yiyebilmesi gibi…
Ama olmadı… İnsanlığın en eski duygusunu hesaba katmamıştı.
En eski ve en yıkıcı olan…
Kıskançlık…
Gerçeği çarpıtan, olmayacak hataları yaptıran duyguyu…
Kabil’e sınavını kaybettiren,
Yusuf’u kuyuya attıran,
Ve Ezazil’in İblis’e dönüşmesine sebep olan ateşten duygu…
Kıskançlık uyanıp beslenmeye başladığında insan bilinç seviyesini ve marifetlerini kaybediyordu.
Kıskandığı şeye sahip olma isteği, mevcut sermayesini ve gelecekte onun için saklanan imkanları yakıp kül ediyordu. Oysa başkasına verileni istemek yerine Allah’ın lütfundan kendisi için olanı isteyebilirdi.
Yetişkinlerin bile düşebildiği bu ateşe, henüz otokontrolü olmayan, iradesi oturmamış bir yavrucak nasıl dayanabilirdi ki?
O onun annesiydi… Şimdi başka biri daha vardı ve annesini onunla paylaşması gerekiyordu.
Annesini, babasını, anneannesini, babaannesini… Sanki her şeyi, herkesi…
Ve bunu hem kabul edemiyor hem de kabul etse bile “sevdikleri tarafından sevilmek” nasıl paylaşılır bilmiyordu.
Annesi ona “bu senin kardeşin” demişti.
Kardeş ne demekti?
Annesini elinden alan biri mi?
Babası şimdi onu da mı kucağına alacaktı?
Babaannesi onu da mı güldürecekti?
Ya anneannesi ona da mı “bir tanem, kuzum” diyecekti?
Peki, ya o? O ne olacaktı bunlar olurken?
Herkes onu çok sevdiğini söylüyordu ama yeni geleni de sevmiyor, istemiyor gibi davranmıyorlardı.
Yeni geleni sevmeleri, küçük kızı sevmemeleri mi demekti?
Kadın, kızının kıskançlık duygusuna kapıldığında kardeşine zarar verici davranmasından hoşlanmıyordu. Defalarca uyarmasına rağmen söylediklerinin etkisi olmuyordu. Ve kızı anlamadığı için bir yere kadar tolere edebiliyor, bir yerden sonra kızmaya başlıyordu.
Küçük kız annesi kızınca ağlıyor “beni de sev” diyordu.
“Beni de sev…”
Kadının yüreği parçalanıyor ve az önce kızmış olmasına rağmen dayanamayıp kızına sarılıyor, öpüyor, kokluyordu.
-Ben seni zaten çok seviyorum tatlı kızım ama kardeşine o şekilde zarar vermeni sevmiyorum, diyordu. Günler böyle geçmeye başlamıştı.
-Yapma, o daha çok küçük seni anlamıyor.
-Yapma kızım, yanağını sıkma sakin sev…
-Canım kızım, sen henüz onu kucağında taşıyamazsın, yerinde kalsın, yapma…
-Tatlı kızım, bu şekilde ona bağırırsan senden korkar sana yanaşmak istemez, yapma…
-YAPMA…
“YAPMA” kelimesi hayatında en çok kullandığı kelime olmuştu…
Peki bir değişiklik oluyor muydu?
Hayır.
Küçük kız sanki hiçbir şey olmamış gibi yine aynı şeyleri yapmaya devam ediyordu.
Merhametinin sınandığını hissediyordu kadın…
Senden daha güçsüz ve bilinçsiz olanın yaptığı hatalara, gücün olduğu halde, şefkat gösterebilecek misin?
Onu tolere edebilecek yürek sende var mı?
Doğurmak yetmiyordu işte…
Bir de anne olabilmek gerekiyordu…
Ve Allah’ın verdiği desteğe rağmen bu zor zamanları yumuşatabilmekte zorlanıyordu.
Sanki göğsü sıkışıyor, üzerinde tonlarca ağırlık hissediyordu.
Bazı zamanlar bu baskıları geçebiliyor, bazı zamanlar düşüyordu… İradesini, düşüncelerini, duygularını yönetmeye çalışıyor, çözüm arıyor, çare için düşünüyor, düşünüyordu…
“Evlenmeden önce böyle değildi” diyordu içindeki ses bu baskı zamanlarında…
İçinde derinde gizlenen ses…
Fısıl fısıl fısıldıyordu göğsüne, zihnine…
Gençken istemediğin bir öyküye, yaşın ilerlemişken girmek ne kadar aptalca!
Hangi enerjiyle üstesinden geleceksin iki çocuğun? Diyordu.
Neden evlendin ki?
Kariyerin vardı, severek yaptığın bir işin vardı. İşinle ilgili ne zaman ne istersen yapabiliyordun…
Şimdi kendi evindeki tuvalete bile gidemiyorsun!
Uyuyamıyorsun bile!
Kadın bekarken uyuyabildiği zamanları düşündü… İstediği saatte uyandığı ve dışarı çıkıp yürüyüş yaptığı günleri…
“Ne kadar da zamanım varmış” dedi…
“Ne kadar büyük konformuş”
Şimdi zaman ve uyku en çok kıtlığını yaşadığı şeylerdi… Sanki özgürlüğü alınmıştı; bedeni, işi, kendi başına kaldığı zamanları, uykuları, istekleri… Sanki her şeyi elinden alınmış gibiydi. Ve bütün gücünü, konsantrasyonunu, iki insan yavrusunun ihtiyaçlarını giderebilmek için harcamakla görevlendirilmişti.
Ona böyle bir yetki verilmişti ve her yetkide olduğu gibi karşılığında feda edeceği bir şey beklenmişti…
Annelik, bencillikten vazgeçebilmek demekti…
-Hayır, diyordu derindeki ses,
-Sen hapsoldun…
İçi sıkışıyordu…
İnsan yetiştirmenin ne kadar kutsal bir iş olduğunu öğretmişti ona yaptığı eğitmenlik işi…
Şimdi hayat onu bir de insan yetiştirmesi için ANNELİĞE seçmişti.
Cennetin, ayakları altına serildiği annelik görevine memur kılınmıştı…
Başarabilecek miydi?
Kutsal olanla, nefsi olan arasında gidip geliyordu.
İstediği zaman istediğini yapabilecek bir özgürlükte büyümüştü kadın… Şimdi bütün bu bedeller nefsine çok ters geliyordu. Bu da baskıyı daha çok hissetmesine sebep oluyordu.
Peki, en büyük ödül sıradan bir bedelle kazanılabilir miydi?
İşte o gün, günün o son saatlerinde, evin son odasında yanı üzere yere oturmuştu kadın…Boynu bükük eli beşikte ağlıyordu. Gizli gizli ağlıyordu… Ne kadar gizleyebilirse… Bir yandan bebeğini uyutmaya çalışıyor bir yandan da biraz daha büyükçe olan kızını oyalamaya çalışıyordu. Küçük bebeğin uykusu vardı. Küçük kız, annesinin bebeği uyutmakla ilgilenmesinden hoşlanmamıştı. Bebek uyusun istemiyordu.
-Kardeşimi uyutma, oynamak istiyorum onunla ben.
-Yavrucuğum uykusu var bak ne kadar zorlanıyor, şimdi onu uyutalım sonra biz seninle oynayalım, dedi kadın.
Küçük kız bağırmaya başladı.
Annesi,
-Sessiz ol lütfen yapma, dedi.
Bebek ağlamaya başladı. Kadın bebeği bir daha emzirmek istedi, kucağına aldı. Küçük kız bebeği almak istedi.
Annesi onu uyardı,
-Yapma hayatım, sen de yanıma gel. Onu emzirirken sana da hikâye anlatayım dedi.
Küçük kız annesinin yanına geldi ama huzursuzdu, ayaklarını yatağa vurmaya başladı. Kadın emzirmeye çalıştı. Sütü azalmıştı. Son günlerde evde yardım eden kimse olmadığı için evin telaşından kendisiyle ilgilenememişti. Bu yüzden sütü de azalmıştı. Bebek süt gelmeyince ağladı. Küçük kız anlamadı bebeğin neden ağladığını. O da “anne anlat hikâye” diye ağladı.
Kadın ağlayarak hikâyeyi anlattı.
“Bir zamanlar, dedi…
Bir zamanlar küçük bir kız varmış…
Derindeki sesin fısıltısını hissetti kadın,
Fısıl fısıl fısıl…
-Bağır dedi, bağır…
-Bilerek yapıyor, senin zorlandığını görmesine rağmen bilerek yapıyor, dedi.
-Ona sesini yükseltmeden anlamıyor, kardeşine bu şekilde davranmaya hakkı yok.
-Kocaman oldu hala bebek gibi davranıyor. Bebeğin emziğini de almış ağzında…
-Ne kadar saçmaladığını görmüyor musun?
-Sen çocuk istemedin, eşin istedi. Ama çocuklar sana kaldı, onun ise umurunda değil…dedi.
-Sütün de yetmiyor… Emziremedikten sonra ne anlamı var ki? Mama mı vereceksin el kadar çocuğa?
Bebek ağlıyordu,
Küçük kız ağlıyordu,
Kadın ağlıyordu…
…
Peki, bu insan ne yapsın?
Yaşadığı baskıyı bahane edip bağırıp çağırsın mı?
Neden anlamıyorsun? Neden yardımcı olmuyorsun diye üç yaşındaki kızına mı kızsın?
Eşi eve geldiği zaman şikâyet mi etsin? Yoksa hiç yardımcı olmadığı için eşini mi suçlasın?
Ortalığı yıkıp dağıtsın mı?
Sanki bu zamanlar hiç geçmeyecekmiş gibi ümitsizliğe mi kapılsın?
Bir tek kendisinin böyle zorluklar yaşadığını düşünüp hayata mı küssün?
Ne yapsın bu insan?
Bu baskılarla sınanırken, nasıl bir görüntü versin?
Şimdi bu insan ne yapsın?
Göz yaşlarını sildi…
-Bu bir zulüm değil, dedi kadın içinden…
Bütün bunlar onu yetiştirmek içindi…
-Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır,
Evet, evet her zorlukla beraber bir kolaylık…
Elbet zamanı geldiğinde insanın belini büken yük onun üzerinden kaldırılır…
Şahitliklerini düşündü… Defalarca şahit olmuştu baskılı zamanların bir süre sonra sanki hiç olmamış gibi geçtiğine… Sınavının üzerinden kaldırıldığına… Hatırladıkça şükretti… Hatırladıkça kendine geldi.
“Cennet annelerin ayakları altındadır…”
Belli ki yaşadığım şey geçmem gereken bir sınav…
Daha önce ertelediğim ve büyüttüğüm tüm bedellerin karşıma çıkması, diye düşündü…
Burayı geçmem gerekiyor;
Tepkiselleşmeden, irade ortaya koyarak, kestirmeden gitmeden…
Kestirme yolları seçerse her kestirme yolun çıkmaza çıktığını ve yolu uzattığını da biliyordu…
Baskıdan kurtulmaya çalışmamalıydı…
Baskıda doğru tepki verebilmeyi öğrenmeliydi…
Kızmamayı…
Beklentiyi kesmeyi…
Rahat etme isteğinden vazgeçebilmeyi…
Sınanmayı kabul edebilmeyi…
Güçlü olduklarına karşı merhamet edebilmeyi öğrenmeliydi…
Eğer bu sınavı geçebilirse kazanacağı olgunluğu ve çıkabileceği seviyeyi düşündü…
Göz yaşlarını sildi…
Önce kabul ederek başlamalıydı,
Kendi öyküsünü kabul ederek…
İnsanın en çok zorlandığı şey buydu…
Problemi kabul etmek, çözmekten daha zordu.
Çözüm, kabulden sonra geliyordu…
-Peki, dedi kadın…
-Bu benim sınavım, yazıyla, kışıyla, avantajıyla dezavantajıyla…
Bu benim öyküm…
Kurtulmaya çalışma… Öykünü sahiplen…
Hazzını, acısını, zorluğunu ve kolaylığını sahiplen…
Ve baskıda karakter ortaya koymaya çalış…
Baskı zamanlarında özellikle iyi bir insan ol…
Anne ol…
Kalbine gizlenmiş merhamet marifetinin açığa çıkabilmesi için,
Bu baskılara ihtiyacın olduğunu hatırla…
Ve bütün bunların bir süreliğine olduğunu unutma…